Sonunda o gün geldi, ormanın içinden ve şehrin sokaklarından sahile ve denize kadar sağlam bir yürüyüş yapıyorum.
Ve yağmur yağıyor.
Sadece yağmur yağmıyor. Bulutlar bütün yükünü sanki üstüme boşalttı ve bu koşullarda sokaklarda yürüyüşe çıkmak, sanki denizde ayaklarınızla sörfün üzerinde durmak gibiydi. Sadece ıslanıyorsun.
Aslında açık havada yürüyüşe çıkmıştım. Benim yürüyüşlerim genellikle kuru zeminde olur ama bugün gökyüzü, deniz ve kara parçası da su içinde. Çiftçiler gibi çok kişi sevmişti bu yağmuru.
Kimin ne beklediğini bilmeden, fırtınalı yağmurun bundan daha uygun olamayacağını düşünmeden edemiyorum. “Biz insanlar” sesli yürüyüşü her zaman yağmurda ve fırtınada yapılmalıyız, çünkü o zaman denizcilerinin yaşam koşullarını anlarız. Kışın Kuzey Atlantik’te ya da Karadeniz’de ya da seyahat ettikleri dünyanın diğer çalkantılı denizlerinde nadiren sakin bir deniz parıltısı ya da güneş ışığı vardır.
Tanıdığım biri gençliğinde 11 metre uzunluğundaki yelkeniyle dünya turuna çıkmıştı. Normalde kaba bir adam olarak bilinen bu tanıdığım bile her limanda karşılaştığı insanlara saygı duyuyordu. Kimileri limandan ayrılmaya zar zor cesaret ederken, fırtınanın ortasında yelken açtı bu tanıdığım, gazeteler de yazdılar onun hakkında.
Bu tanıdığımın son 20 yıldaki ruhunu özetleyen iki sözcük varsa o da ‘nefsine düşkünlük’ sözcükleridir. Denize karşı savunma amaçlı bir buçuk kilometre uzunluğundaki etkileyici liman iskelesini inşa ederken dışarıdan hiçbir yardım almadı. Kendi iletişim istasyonlarını kurdu ve iskele işinden artan zamanında navigasyon okulumu sürdürmek için başarılı bir şekilde mücadele etti. Birkaç yıl önce büyük şehirlere giden feribot güzergahı iptal edildiğinde, kendi inisiyatifiyle yeni bir güzergah oluşturdu.
Ancak denizler hala orada ve artık dramatik gemi kazalarıyla değil, suyu yükselen denizler, şiddetli fırtınalarla ve balık ölümleriyle yeni yollarla tehdit ediyor. Kentlerin plajları, yüzyılın ilkbahar fırtınasında su kütleleri altında kayboluyor, kentlerin şirin kıyılarının çoğu da kullanılamaz duruma geliyor. Karadeniz ve öteki denizlerimizde balıkçılık ve kıyılar bu üzücü yoldadır.
Peki, krizden etkilenen bir siyasi yönetimin iklim sorunlarını çözmek yerine hepimizi daha derin krizlere sokmak istediği bu bahar günlerinde, siyasi beceriksizliğin karanlık bir hatırlatıcısı olarak kaldığı bu yıllarda yaşadıklarımızdan öğrenebileceğimiz bir şey var mı?
Evet, politikacılar ve iktidar sahipleri sırt çevirdiğinde, yukarıda sözünü ettiğim tanıdığım gibi kendimize güvenmeliyiz. Bilinçli ve dikkatli bir şekilde başka seçimler yapan güçlü tüketiciler gibi kendimize güvenmeliyiz. Dikkatli bir şekilde biraz daha sola oy veren, sonra istifa etmiş seçmenler gibi kendimize güvenmiyoruz.
Ancak aktif, kendini bilen, gururlu topluluklar olarak kendimize güvenmeyi öğrenmek zorundayız.
1920’lerde öyle bir topluluktuk ki, küçük umutlardan Mareşal Mustafa Kemal Atatürk ve ekibini yarattık. Umut, istek varsa, geriye ne kaldı?